25 Kasım 2010 Perşembe

mfa / Senin Yaşamın


I.
YAŞADIĞIN YER KADARSIN…

Popülist kültürle kendini yetiştiren ve özellikle bu kültürsüz kültürle hayatı yaşamayı bir halt sanan kişi mutlaka karşısındaki insana güvenmeyecek ve asla güven salık veremeyecektir.
Duyu eğitimlerini bir kenara itip bu eğitimi dizi senaristlerinin sihirli ellerine bırakan her birey mutlak boşluk yaşayacaktır. Her senarist vermek isteği mesajı görsel alana döküp sahneleme ile kişinin beynine kazıma amaçlısıdır. Kendine özgüveni olmayan ( bunu kazanmak için hiçbir düşünceye bürünmeyen) kişi ve kişiler söz haklarının ellerinden alındığını düşünüp karakter değişimi yaşarlar. Bu karakter değişimi ise sonu olmayan -ya da biraz daha duygusal bir cümle ile- çıkışı gerçekten çok zor olan çetrefilli bir yola girerler. Bu yolda olmalarının yegâne sebebi ise; yaşam süreçlerini kendisi gibi yaratılmış olan bir senaristin parmaklarına bırakmalarıdır. Yani cüz’i iradelerini dahi tabiri caizse karşılıksız satmalarıdır.
Buraya kadar yazdığım her cümle; kişilerin yaşadıkları yer kadar düşünmelerinin bir alt tezahürüdür.
Son yazım ile sözünü etmek istediğim; kişinin kendi hayatına kendinden bir şeyler katamadığı sürece nasıl rahat olabildiği ve bu rahatlığın nasıl kendisine batmadığı meselesidir.
Her şeyini bir başka elin maharetlerine bırakan, her durumunu bir başkasının iki dudağı arasına sıkıştıran, her isteğini bir başkasının gözlerinde görmek isteyen kişi sizce nasıl kendisi olabilir?

II.
YAŞADIĞIN YER KALBİNDİR…

Boşluğun remzidir ön yargılarımız. Her kavgaya kulp bulan şizofren biri için vazgeçilmez sığınaktır. Çünkü; o yaşadığı yer kadar düşünür. Görüntüye bakıp arkasındakini merak etmeyenler, resme dalıp resmin gerisinde “ne var acaba” diye düşünmeyenler, zahire aldanıp batını hissetmeyenler yaşanılan yeri sadece mekânla tasavvur edip cümleyi öylece anlamış olabilirler. Vefakat asıl olan insanın yaşadığı yer kalbidir ve haliyle düşünceleridir.
Kim istemez ki düşüncelerimle yaşayayım kimse bana karışmasın ve ben yalnız öleyim diye… Heyhat ki ne heyhat! Sen bunu başaramazsın çirkin amele. Neden mi? Sen kendini değil başkasını dinliyorsun; çünkü sen kalbinle yaşamıyorsun.
Sorsam sana ey çirkin amele! Başını iki elinin arasına aldığın zaman ( acaba böyle bir durumu yaşadın mı?) ne düşünürsün?
Sana cevap verirler; “ kocaman bir HİÇ”

III.
YERSİZ YAŞAMLAR…

Uzunca bir yolculuğum “ hastayım sana ey hayat!” duvar yazılı bir yolculukta sürüklendi. O kadar dert varken kim düşünmek isterdi ki ; “bu hayatın neresine hasta olmalı?”
Ya hayatın kendisi hastalıklıdır ya da kişi hastadır böyle bir düşünceye sahip olabilmek için…
Hesap etmeden soluk almak hesapsız bir faturayı önümüze koyar. Ne de olsa yersiz bir yaşamın tek sonucudur bu fatura.
Her şey o kadar basit/ her şey o kadar girift/ her şey o kadar sıkıcı ki… Hep muhalif mi kalmak yoksa kimileri gibi sürekli biat edip sorgulamadan mı sürdürmek bu sıkıcılığı…
Ya da ya da… Gibi sürekli ikilemler ve sürekli tereddütler içinde ve -ya daların arasında mı yaşamak istersin sen ey çirkin amele!
Kıymetli dostlar! Keser döner sap döner gün gelir hesap döner hesabınca yaşanmışlıkları bırakalım da olduğumuz gibi olmanın olmalığını yaşayalım. Bugün beni yüzüme öven ne de olsa yarın arkamdan pek de övmeyecek.
Yersiz yaşamlar bu tuzağa basitçe aldanıp kuyuya düşecektir. Kuyudan kendisini bir kervanın kurtarmasını beklerse kendi bilir…
En iyisi yerimizi bilip yaşamaktır ki yersiz kalmayalım…

Muhammed fatih aydın
( mfa ) Kasım 2010

24 Kasım 2010 Çarşamba

mfa / Modern Bulantı


İnsanlık için sessizlik isteyen her birey (eğer toplumu temsil ettiğini düşünüyorsa) sessizliğini bozan en küçük “şey”i dahi göz önünde bulundurmalıdır.
Gerçeğe en yakın olan da insandır gerçeği inkâr etmede üstüne ol(a)mayan da insandır. Hal böyle iken yaşadığımız asrın bulantılarını görmezden gelemeyiz. Hele ki; bu bulantılar bizim sessizliğimizi bozup bizi ahlaki çöküntüye itiyorsa, kendimizi Kaf dağında sanmamızı, her söylediğimizin doğru olduğuna nefsimiz bizi teselli ediyorsa, Mevlana’nın dediği gibi yaşadığımız bulantı hayatın bizim inancımız olduğuna bizi inandırıyorsa işte burada büyük bir sorun vardır.
Bu sorun kendi irademizin değil; bizleri başka iradelerin yönettiği ve yönlendirdiğidir.
Her türlü basın ve yayın organları bu ülkenin gençliğini çalmakta ve ne hazin ki anne-babalar buna seyirci kalmaktadır. Günümüz çocuklarının rol modelleri anne-babaları değil TV de izledikleri (bizim dini, kültürel ve yerel değerlerimizle bağdaşmayan) saçma sapan prototipleridir. Bir bebeğin eğitimi annesinin kendi annesi karnında olduğu zaman başlar. Evet dikkatle okuyun bu cümleyi…
Bu denli önemli olan insanlığın ahlaki durumu uzun bir süreçtir.
Sarıp sarmalayarak kucakladığımız modern dünya bulantıları kendi değerlerimiz, kendi ahlaki ülkülerimiz, kendi örflerimizden daha kıymete biner halde.
İnsan çoklu bir müteşekkildir. Bu muhteşem müteşekkilin en müstesna yeri ise kalptir. Kalbin gıdası ise ister inanın ister bu inancı denemeye tabii tutun sessizliktir. ( inançsızlık en berbat hastalık olsa gerek sözünü dahi etmiyoruz)
Okuduğunuz bir kitabın satırlarında, izlediğiniz kült bir sinema filminin en dram dakikalarında, dinlediğiniz bir musikinin en derin tınısında ve ya siz nerde bulmak isterseniz işte oradadır sessizlik. Bu sessizliği sağlamak ise; zannımca TV’li odanızdan diğer odaya göç etmeniz, evinizde okuyacak kitap yoksa gidip o kitabı almanız ve inadına kalabalığın ortasında okumanızdır.
Çoğunluk basın-yayın organları toplumu kin, nefret, intikam, sevgiden yoksun haller ve aşkın en bayağı haline itip boşluğa sürüklemektedir.
Yaratılışımız, sahip olduğumuz din, yerel değerlerimiz ve köklü kültürümüz; bizi hoşgörüye, saygıya, bağışlamaya, affetmeye ve derin sevgiye yönlendirmişken hergün ana haberlerde ve sürmanşetlerde küf kokan haberleri görmek ne kadar acı…
İnsan küçük bir kâinattır. Bu kâinatı güzelleştirmek insanın ve insanlığın en yegâne vazifesidir.

Ekim 2010 / mfa ( Muhammed Fatih AYDIN)

9 Eylül 2010 Perşembe

MUHAMMED/ Habil ile Kabil








Aslına bakarsak aslımızda bir tezat görür ve bu tezatı ömrümüzün sonuna dek yaşarız. Asıl nedir? Hz. Âdem? Habil ve kabil? Tarafımızı seçmek gerek tarafsızlık –ki hakikat ve hurafede boğulma eğilimine girmeme çabasıdır- en önemli erdemdir.
Toplumumuz genellikle bunu dile getirmese de hep kabilin tarafında olmuştur. Tarafımız hakikat;
Bu veçhe yönelenler kendini kandırma ve kendini ispat edememe durumuna düştükleri için beden ve ruhlarını hakikatte yüzüyorlar sanırlar. Kabil de bir sanrı ile başlamıştı hayatına ta ki saman çöpünü kendine mabet edininceye dek…
Bu sanrıyı tanımada fayda olsa gerek. Yaratıcıya karşı ilk yüz çeviriş ile başlayan kendini beğenme, iman edepten ibarettir sırrına vakıf olamama, cimrilik ( kalbin cimri olması söz konusu), haset ve dünyaya meylediş bu sanrının ilk açık ifadeleridir. Dünyaya, dünya hali nedir sorusunun cevabını değil de dünyada bizim halimiz nedir sorusuna cevap verme bahtiyarlığına erenler Habil ile kabil arası bocalamaya başlayanlardır ve bu durumda umut vardır.
İyi ile kötü, şeytan ile melek, hakikat ve hurafe ve Habil ile kabil mutlak birine yönelinilip bir süreç işlenmek zorundadır. İnanmayın boşuna tv’lerde ve ya uluorta çığırtkanlık yapan ham yobaz kaba softalara… Bir dere düşünelim; bunun tam ortasında akıntıya doğru yüzmek o furyaya meydan okumaktır. Akıntıya kapılmak ise; her ne kadar kendilerini tatmin etseler de( söylediklere cümlelere geceleri kendilerinin dahi inanmadıkları…) burada kaybediş vardır. Burada yoksunluk, burada düşüş, burada kaos ( kaos gazlama anlamına gelir ki kişinin kendi nefsini okşaması söz konudur ve kargaşa) vardır. Burası neresi? Habil ile kabil? Ya da şeytan ile melek?
Hz. Âdem duruşun remzidir. İlk insan; bir yaşantının ve bir yaşamın resmidir. Bakmayın siz altı metrekare odalarında bir gece vakti zamansız ezan okuyanlara. Hele hele bilginim diye beylerin ayağına giden cühelaya…
Habil masumdur. Yeni doğan bir bebek kadar ya da dilinden dualar eksik olmayan yaşlı bir amca kadar… Habil omuzdur; bu uzuv insanı yücelten bir basamak ve insanı insan eden bir anlayıştır. Habil ile kerbelada şehit düşen zulme alkış etmeyen Hz. Hüseyin aynı saftadır.
Durumu biraz daha karmaşık hale getiren düzenbaz düzenciler insanların ahlak algılarını değiştirip odalarının girişindeki sıfatlara sığınırlar. Sular bulanmadan durulmaz… Kendi sularında boğulmalarını istemek hakikat taraftarlığıdır.
Uygun olmayan bir durum varsa yaşantı ve yaşamlarının paralelliğini tutturamayanlardır. Bu ikircikli bir hayatı tercih edip sürekli tereddütlere kucak açmak anlamına gelir.
İnsan zayıftır, insan acelecidir, insan unutandır ve insan hesabı unutmayandır.
Sözlerimizde de ikircikli ifadeler varken kim hangi tarafı tuttuğunu kesin olarak söyleyebilir?

Not: Bu yazının devamı gelecek şöyle ki; bir cevap arayış bir çözüm ışığı bulma umudu ile…

2 Ağustos 2010 Pazartesi

MUHAMMED AYDIN/ ERTELENMİŞ SÜKUTLAR


ERTELENMİŞ SÜKÛTLAR


Rampa tırmanıyorumu yeğlemişken hep mezarlığa
Uzun uzadıya yalan anlatımlarda
Ertelenmiş sükûtlar boğar beni.
Tutkunken eşiklere dudaklar
Eprimiş kumaşa gizlenen benliğe
Soğuk benizden fırlayan söz
Hakikate uzak ney sesi kaybeder beni!

Koca gövdeye barınan ölü tanım
Sürgüne gerisince gittiğinde
Rabbe buruk iblise taraf
Ankaya bir baş eğilmemişken
Bir veli kaybeder beni!


Muhammed AYDIN

NOT: BU ŞİİR 17.GELENEKSEL BALIKESİR/DURSUNBEY SUÇIKTI ŞİİR AKŞAMLARI ŞİİR YAZMA YARIŞMASINDA 1.LİK ELDE ETMİŞTİR.

29 Haziran 2010 Salı

mfa/ SIR


Dün gece seni sordular Cancağızım!
Kıpırdamadı dudaklarım. Lal oldu dilim. Buz tuttu göz kapaklarım. Bir adım ötesini göremedim. Kader miydi bu? Rumi’nin deyimiyle “Kader geldiği an bilgi dağarcığı anında kesilir.”
Rabbim! Oyun olan bu dünyada oyuncak kılma beni.
Dün gece seni sordular Azizim!
Karanlık sema yığıldı omuzlarıma. Mehtap, ışığını vermedi alnıma. Rüzgâr serinliğini çekti bedenimden. Samanyolu hiç durmamıştı o ana dek. Sadece yıldızlardı sırrımı saklayan ve benden emin olan.
Rabbim! Boş olan bu dünyada boşlukta koyma beni.
Dün gece seni sordular Üstadım!
Gece ile başlarken yaşama alt üst ettiler yaşamımı. Dinlenme kılınan sessiz bir gecede sır terlerim düşmesin diye çırpındım. Dokunamadım kalbime; sığmayacaktı avuçlarıma hissedebiliyordum.
Rabbim! Geçici olan bu dünyada amelimle kalıcı eyle beni.

Dün gece seni sordular Hemhalim!
Tutuldu nefesim. Verildi emir; ismim yükseldi sema katlarına. Sandukamda şimdi sırrım. Kefenimde gizli ilmik ilmik dökülen terlerim. Duyabildi isen toprakta yankılandı ismim.
Rabbim! Süslenmiş bu dünyada kendim olmayı nasip et bana.

Dün gece seni sordular Kalbim!
Boynum bükük sağ tarafıma yatmışken kırılmadı hislerim. Parmak uçlarımda bitmişlik titremesi duymadım. Üstümde gezenlere inat çözmedim çehremdeki düğümü. Bir çocuğun gözlerinde gördüm kıyameti.
Rabbim! Tatmin olunamayan bu dünyada aç eyleme beni.
Dün gece seni sordular Ruhum!
Efendi’mden(cc) bir emirdir diye çağlara haykırdım. Güneşin dürüldüğü, dağların yürütüldüğü, denizlerin kaynatıldığı, cehennemim alevlendirildiği, cennetin yaklaştırıldığı zaman seni kimselere vermedim ruhum.
Âdem ile Havva nın buluştuğu tepede büründüm örtüme. Her canlının kendi derdine düştüğü anda köşe bucak saklayacak yer aradım senin için. Ruhların eşleştirildiğinden haberi olup da her şeyin apaçık ortada olduğunu kestiremeyen zavallı akıl. Sen, ilk günahımı işlediğimde saklayamadığım yerdesin. Rabbim! Kuytu köşelerde unutulan ruhlardan uzak tut beni.

Dün gece sırrımı sordular. Yıldızlara döndüm tereddütsüzce… Uzun bir yolculuğa çıkarcasına… Her kendisine hikmet verilenden sırrı sordum…
Havva âdeme yaklaşırken, nefsine ilişip sırrın ilk harfini sordum ona. Âdem ilk günahla tanıştığında masumiyeti anlat dedim bana. Kabil ilk kanı akıtmadan, Habil e seslendim uçurumun kenarında. İkinci devir başlamadan dev dalgaların arasında; sırrı fısılda diye gittim Hz. Nuh un yanına. Putlar balta ile yok edildiğinde Hz. İbrahim’ in ilah sorgusundaydım. Keskin bıçağın ucundaydım Hz. İsmail’den sadakatteki sırrı beklerken. Hz. Yakup’un gözyaşlarında boğuldum. Kıskanç kardeşlerin hasedinden sıyrılıp Kenan ilinde uzlete çekildim. Züleyha tutulmuşken bir tutkuya arındırdım kendimi mecazdan. Hz. Yusuf’a zindanında yorum hakkı verilmişken; sırrın tanımını yap dedim haberci gelmeden. Belkıs şaşkınlıktan eteğini toplarken, billur bahçenin içinde sırrı merak ettim. Kavmi sapıtmışken, Hz. Lut’ un yanında bir sesin sırrı nasıl sakladığına şahit oldum. Hz. Musa ile çölde kırk yıl Hızır’a hazırlandım. Münzeviliğin en doruğunda bir balığın karnında Hz. Yunus ile sırrı aramaya koyuldum. Bilgisizce sorulan sorulardan kurtulup Hz. Salih’in rahlesine koştum. Firavunun yanında Hz. Şuayb’den yana olup “sır sende al beni yanına” dedim. Hz. Eyüp kıvranırken elemli imtihan ile yalvardım Allaha “sırrı bir suda sakla” diye. Yükselmeden Hz. İsa’nın ruhu; tut elimden sırrı ver dedim. Nil nehri yarılmadan Hz. Musa’nın asasıydım. Hızır ile birlikte seyahat ettim uzaklara. Sırrı sen bilirsin bana sırını söyle. Efendim(sav) Sen hicret ederken sadık bir dost ile adımlarınızda aradım hakikati. Bir hüzün gecesi yükselirken Rahmana kapına araladım hislerimi. Kavuşurken Sevgiline Sen öğrendim dile geldim:
“Açmadan huzur boşluğunu aç sırrın kapılarını diye söylendim.”

Dün gece seni sordular Hemhalim /İsmimde gizlidir halim
Ne şüphe ne gam ne sevinç /Hayatta ne varsa /Benim halim.

MFA

24 Mart 2010 Çarşamba

mfa/ çaresizlik tahayyülü




Tanrıya suskunca yol alışımda
Kıvrılıp en tenhasında gecenin
Buhurlu kubbenin kaygısında
Neden karlı gecelerde O’na yaklaşıyorum?

Mfa Mart 2010

11 Şubat 2010 Perşembe

mfa/ ZİYADELEŞEMEDİM TANRIMA




Çığlığımın duygusuzluğunu duy
Ki hayatımın kan tutarı ortada
Kahırlı ön cephelerin karanlığını anla
Duy beni ağaran şafak öncesi…
İz aralığında kaybolmuş gönlümü aç
İrkiliş halimin geri çağrısını
Serzenişteki bedenimin üşümesini ört
Ki ben kayboluyorum bu sızıda…

Kırık dalın sesidir incinmem
Ziyadeleşemedim Tanrıma…

Şubat 2010 / Muhammed AYDIN

27 Ocak 2010 Çarşamba

MUSTAFA YAKIŞIR




Beni bu intihar teşebbüsünde diri tut
Diri tut yalnızlıktan yontulmuş ıslığımı...

16 Ocak 2010 Cumartesi

mfa/ KOŞUŞTURMACI ALDATMALAR





I.
Gözlerimi kimseye iliştirmezken/ sen kapalı bir odanın ardında/ sesimi arıyordun/ affedilmeyi ummadan
İsmime adınla söylendiğim/ birçok vazgeçişte tebessümünle/ yine de korktuğunu sanrı hale getiren/ duamın en güzel hali
Def olunmanın farkındayım / ağız dolusu hayrete nazar / arza hâkim ayak gitti / kan kusarken tam ortasında yaşamın
En basit anlatımların / seni anlatamayacağı/ bilinmiyor ya / aşkın gerçekliği
Elifin arayışında filizlenen/ tasmaların içinde incelen boynum/ tarifsizliğin tarifi mi nedir / sürgünce bir hayattan kalan
Aşk sarhoşuyum/ sarhoşluğun ötesi ayılamayan/ öyle bir sevdim ki/ tanınmaz oldu ruhum
Ardıma bakmadan Yağmura adımladım/ yalvardım yalvarışımı abarttım/ istedim istedikçe yok oldum/ duamın en güzel haline
Biliyorum her şeyi/ saf yalanları/ koşuşturmacı aldatmaları/ kabulü öğreniyorum Yağmura rağmen
Sadakatimi sözlüyorum sana / yaşamın acısı yıkılmadan üstüme/ tereddütlere mahal vermeden/ Yağmursuz geçen günlerime adını gözlüyorum
Tanrının yaratış harikası/ sana baktığımda beni gör/ bize baktığında O nu anla/ O nun izni ile senin aşkına dâhilim
Sevgi teraziye sığmaz / anlamak istersen yine de/ mısralarıma bak/ göz ucunu değdirmeden yangınlarıma

II.
Son noktasındayız hayatın/ Karanlığın en zifirinden/ Güneşe gidiyoruz
Kim bilir / kaderin üstünde de bir kader var
Anlamak istersen yine de/ mısralarıma bak/ göz ucunu değdirmeden yangılarıma…

MFA / Aralık 09